Bir cumartesi sabahı uyandım. Planladığım bir şey yok olmadığı için acelesiz, chill bir kahvaltı yaptım. Kahvaltıyı bitince hafif bir ortalığı toplama session’ı sonra bir fincan kahve daha. Tek odalı evime şöyle bir göz gezdirip yapmam gereken bir task var mıydı diye düşünürken aklıma genius bir fikir geliyor. Evde bir eksik var, ve bu eksik bütün interior designerların falan ortaklaşa karar alıp deklare ettiği bitkilerin evi sıcak bir ortamlaştırdığı gerçeği. Evet, benim evimde bitki namına bir kuru dal bile yok.
Tek yaşamanın verdiği eski aile zamanlarından kalan evin sürekli bir şeylerle (insan, insan ve genelde yine insan gibi) dolu olması durumunu çok uzunca bir süre ignoreladıysam da maalesef içimdeki ikea kataloğu bakan otuzuna merdiven dayamış evini cozy bir mabede dönüştürmek için insanlara ihtiyaç duymadığını cümle aleme göstererek bir şeyler başaracağını sanan kadına engel olamayarak hemen bir yeni sekme açıyorum. Ufak bir wikihow araştırması yaparak bakması en kolay bitkinin sukulent tarzı az su ve az güneş isteyen dolma yapraklı bitkiler olduğu bilgisini atıyorum beyne. Ayrıca sukulentler aşırı tatlı, pıtı pıtı şeyler. Biraz daha görsellerde dolaştıktan sonra okeyto, ikeaya sukulent almaya.
Sukulent seçerken herhangi bir kriterim yok, hangisinin güzel, sağlıklı, evime yeni bir soluk getireceğine inandıysam onu alıyorum. Bir tane de değil, bir tane sukulenti kim ne yapsın, üç tanesini bir arada alıyorum. Efendim renkli saksılar, altına taşlar, özel toprak bilmemne derken bitki hobisi edineyim derken epeyce bir para harcıyorum. Fazla harcamam olmadığı için genel anlamda sıkıntı değil, bütçeler okey. En üst katın hemen altında oturduğum için balkonum küçük, sıkıcı ve üstü açık. Dolayısıyla yağmurun günlük hayat ile etle tırnak ilişkisi yaşadığı Düsseldorf’ta sevgili biricik canım sukulentlerimi dışarda bırakmam onları ölüme terk etmem anlamına geliyor. Asla yapamam. Sukulentlerime içerde bakacağımdır. Günışığı alan bir köşe yaratıp saksıları yerleştiriyorum. Evim şahane. Nihayet istediğim cozylik seviyesine ulaşabildim. Buraya kadar her şey istediğim gibi ilerliyor.
Aradan 2 hafta geçiyor. 2 daha. 2 daha. Bir kaç ay sonra sukulentlerimde bir gariplik fark ediyorum, baygın gibiler. Ama ne üzüntü ne içlenme. Hemen gerekli aksiyonları alıyorum, toprakları değiştiriyorum, bitki besini falan ne bulduysam sipariş veriyorum amazondan. Bir kaç kayda değer değişiklikten sonra sukulentlerimde ufak hayat kıpırtıları gözlemlesem de evime gelmeden önce sürdükleri mutlu hayata bir türlü döndüremiyorum yavrularımı. Ve acıklı sona planladığımdan çok daha erken varıyorum. Sukulentlerim hakkın rahmetine kavuşuyor.
Şimdi bu ön hikayeyi verdikten sonra işin daha acıklı bir kısmını sizlerle paylaşmak istiyorum. Bu hikaye sadece bir kez yaşanmadı. Bitki anası olma hırsım gram azalmadığı için bu hikaye 3 kez daha yaşandı. Her seferinde aynı şey oldu. Delilik her seferinde aynı şeyi yapıp farklı sonuç beklemektir diye bir söz vardı bir yerlerde. Benim yaşadığım gerçek deliliğin yanından teğet bile geçmez tabii ama en sonunda bu sevdadan vazgeçmeme yetti diyebilirim. Evet, hikayenin başındaki gibi evimde yine bitki namına bir kuru dal bile yok.
Bu deneyimden çıkardığım en önemli ders şu oldu, bazen naparsan yap olmuyor. Hayatımın sonuna kadar hiç bitki sahibi olmayacağım anlamına gelmese de hayatımdaki öncelikler, ortamlar, sorumluluklar ve ajandalar aynı şekilde kaldığı sürece bu amacımı gerçekleştiremeyeceğimi kabul ettim.
Ve bir şey diyim mi, bir zaman olur ya.